top of page

Direnişin Toplumsal Temelleri

  • Göran Therborn
  • 1 May 2013
  • 12 dakikada okunur

Kapitalizmin eleştirileri, siyasal açıdan herhangi bir anlam ifade edecekse, ya toplumsal bir temele sahip olmalı ya da böylesi bir anlam kazanmalı. On dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla dek işçilere yöneltilen eleştiriler içinde en fazla göze çarpanı, “işçi meselesinin” kitleselleşmesinin sanayileşen işçi sınıfına bağımlı olduğuna yönelik söylemdir. Bu söylem, sadece işçi örgütleri ile bunların bağımsız destekçileri ilgilendirmiyor; bunların yanı sıra muhafazakâr seçeneği de ilgilendiriyor. İşçi hareketinin en şiddetli düşmanları olan faşistler bile örgütsel modellerini buradan alıyor. Sanayi işçileri 1970’li yıllara kadar merkezi konumlarını korudu. Bu tarihten itibaren antikapitalist mücadelenin toplumsal tabanını, ülkelerinin bağımsızlığı için bir araya gelen ve emperyalistlere “bağımlı bir gelişime” karşı çıkan sömürgecilik karşıtı hareketler oluşturdu.

Fakat son otuz yılda Kuzey ülkelerinin sanayisizleşmesi sonucu işçi mücadelesi duraklayarak gerilemeye başladı. Bunun sonucunda “diyalektik mantık” – yani üretim araçları üzerindeki etkisi gittikçe artan sosyal yapılar ile özel mülkiyetin çatışması – belirsizleşti. Bu esnada belli başlı Güney ülkelerinin başarılı bir şekilde sanayileşmeye devam etmesi üzerine Asya, Afrika ve Latin Amerika’da kapitalist gelişimin mümkün olduğuna dair kanılar – etkin bağımlılık teorilerine karşın – yaygınlaştı. Peki, günümüzde yirminci yüzyıldaki örgütlü işçi sınıfına veya sömürge karşıtı harekete eşdeğer yükselişte bir toplumsal güç var mı? Elbette görünürde kitlesel bir antikapitalist taban bulunmuyor – ki son 150 sene göz önünde bulundurulursa bu kapitalizm için yeni bir durum. Ancak antikapitalist hareketler yerine, kapitalist gelişime eleştirel yaklaşma potansiyeli barındıran kitlesel hareketlere baktığımızda önemli toplumsal güçlerin açığa çıktığını görüyoruz. Bu güçleri dört başlık altında değerlendirilebiliriz.

Kenardakiler

İlk eleştirel olma potansiyelini taşıyan toplumsal gücü, büyük şirketlerin talanına direnen kapitalizm öncesi toplumlar oluşturuyor. Bu gücün özneleri, bugün kısmen yetkinleşmiş olan yerli halklardır. Amerika’nın And dağlarında ve Hindistan’da da siyasal açıdan güçlenmiş olsalar da, esas olarak Güney’in büyük bir kısmında örgütlüler ve uluslararası bağlantılarını buradan geliştiriyorlar. Sayısal olarak ve sahip oldukları olanaklar bakımından – kendilerine yetseler de – noksanlar; fakat yürüttükleri mücadele diğer eleştirel direniş hareketleri ile birlikte ele alınabilir. Güçlerinin, bugün için, Bolivya’nın yönetimindeki kavgacı koalisyonun ana bileşeni olmaları ile Hindistan’daki geniş çaplı isyanının temel unsuru olmaları ile sınırlı olduğu düşünülüyor. Her iki deneyime de geleneksel işçi hareketinden gelenler önderlik ediyor. Bolivya örneğinde işten atılan sosyalist madenciler koka bitkisi yetiştirmeye başlıyor. Hindistan’daki deneyime ise profesyonel Maocu devrimciler öncülük ediyor. İkinci örnek son dönemde pek çok yara aldı; ancak henüz dağıtılmış veya yenilmiş değil. Meksika’da ise Zapatistalar hâlâ Chiapas’taki Lacandona bölgesini ellerinde tutuyor. Bu tür hareketler çelişkili sonuçlar doğurabiliyor: komünistlerin idaresindeki Batı Bengal’de köylüler sanayi yatırımlarına karşı topraklarını savunuyor. Çin’deki bu örnekte sağcılar desteklenerek iktidara getirildi.

İkinci eleştirel gücü – kapitalizme son derece karşı – yüz milyonlarca topraksız köylü, geçici işçi ile Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın birçok bölgesinde toplumun büyük kısmını oluşturan, sokaklarda ve gecekondularda yaşayan kişiler oluşturuyor. (Kuzey’deki muadillerinin, gittikçe artan sayıdaki marjinalleştirilen ve istihdama dâhil edilmeyen, gerek yerli gerekse göçmen genç olduğu söylenebilir. Onların, kapitalizm için potansiyel bir istikrarı bozucu güç oldukları söylenebilir. Bu kesimlerin hapsedilmesi ve öfkesi genellikle şiddetle – bazen acımasız saldırılarla– sonuçlanıyor. Bu şiddet kimi zaman etnik kıyımla, kimi zamansa salt vahşi bir Vandalizm olarak ortaya çıkıyor. Fakat “yeryüzünün sefilleri” aynı zamanda tahliye karşıtı mücadeleler ile su ve elektrik için yapılan eylemlerde de yer alıyor. 2011 yılındaki Arap isyanlarında önemli bir rol oynadılar. Bunun yanı sıra Kuzey Akdeniz ile Karadeniz kıyısındaki ülkelerde – Yunanistan, İspanya, Bulgaristan, Romanya – gerçekleştirilen “kemer sıkma politikaları” ve hükümet karşıtı protestolara da katılıyorlar.

Peki, bu güçler hangi koşullar altında uygulanabilir bir sosyoekonomik alternatife evirilebilir? Elbette bu eleştirel alternatifleri doğrudan özgün koşullarına, mevcut kolektif kimliklerine ve ortaya çıktıkları şartlara göre değerlendirmek gerekiyor. Toplumun bu kesimlerine doğrudan erişmek için kapsamlı iletişime ağlarına sahip karizmatik önderler vasıtasıyla, gerek kişisel gerekse elektronik olarak uygun iletişim yöntemleri geliştirmek gerekiyor. Şehirlerde yaşayan halkın örgütlenmeye sıcak bakmadığı göz önünde bulundurulacak olursa, bu potansiyel eleştirel gücün merkezi-tetikleyici bir güç olmaksızın eyleme geçmeyeceği aşikârdır. Bu güç ile ilgili tahminlerde bulunmak imkânsızdır.

Kapitalizmin gündelik ücret-iş diyalektiği, her ne kadar coğrafi olarak yeniden şekillenmiş olsa da, üzerimizdeki etkisini muhafaza etmeye elbette devam ediyor. Kuzeydeki sanayi işçi sınıfından artakalanlar herhangi bir antikapitalist dönüşüm başlatmak için fazlasıyla zayıftır. Fakat tasarruf tedbirleri ve kapitalist baskılar sonucunda kısa vadeli protestolar gerçekleşmeye devam ediyor. Bu protestolar Fransa’daki örgütlü işçilerin 2010 yılında petrol gelişini aksatmakla tehdit etmesi veya metal işçilerinin 2012 yılındaki işletme işgaliyle sınırlı değildir. Çin, Bangladeş, Endonezya ve Güney ülkelerindeki yeni imalat işçileri, antikapitalist talepleri yükseltmek için daha uygun koşullara sahip olabilirdi; ancak fazla işgücü nedeniyle bu konumları zayıflıyor. Üstelik hizmet sektörü çalışanlarının “istilası” nedeniyle daha da güçsüzleşiyorlar. Nijerya’dan Endonezya’ya dek devam eden işçi partisi kurma girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Son otuz yıldaki tek başarı Brezilya’daki partidir. Hem Güney Kore’de hem de Güney Afrika’da önemli, sendikalı işçi hareketleri var; fakat buralarda güçlü siyasal söylemler oluşturma konusunda noksanlık var. Güney Afrika sendikaları ANC kurallarının gölgesi altında. Kore’dekiler ise 2012 yılı sonlarında örgütlü bir sol parti oluşturmayı engelleyen dar görüşlü hizipçilikten muzdarip.

Güney’deki sınıf mücadelesi ücret artışı konusunda başarılar elde edip çalışma koşullarının kısmen iyileştirilmesini sağlarken sistem değişikliğine yönelik çalışmalarda yetersiz kalıyor. Doğu Asya’daki endüstriyel kapitalizm, daha ileri düzeyde bir tüketimi olanaklı kılıyor. Bunu yavaş gelişen Avrupalı ekonomiler çok daha uzun bir sürede başarmıştı. Doğrusu, Çin ve Vietnam’daki komünist parti yönetimleri antikapitalist dönüşümün imkânsız olmadığını, aksine buna kalkışıldığı takdirde uygulanabilir olduğunu gösterdi. Bunu başarmanın yolu, hudutsuz eşitsizliği yayan sisteme karşı etkili bir sınıf hareketini büyütmekten geçiyor. Bu da komünist kapitalizmin “istikrarını” ve “milli birliğini” tehdit ediyor. Bu durum, en azından orta vadede tasavvur edilebilse de gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Daha olası görünen senaryo ise işyerlerindeki mücadele ile toplumsal alandaki arasında barınma, sağlık, eğitim veya insan hakları vasıtasıyla bağlantı kurmayı öngörüyor.

Beyaz yakalı kitleler

Dördüncü potansiyel eleştirel toplumsal güç, finansal kapitalizmin kutuplaştırıcı diyalektiğinden açığa çıkabilir. Orta sınıf tabakası – ki öğrencilerin dâhil edilmesi önemlidir – İspanya, Yunanistan, Arap ülkeleri, Şili ve Kuzey Amerika ile Kuzey Avrupa’daki işgal protestolarını içeren 2011 hareketlerinde ve Türkiye ile Brezilya’da 2013 yılında yapılan eylemlerde öncü rol oynadı. Bu infilaklar orta sınıf ile gençlik kesimlerini – ve bir nebze onların ebeveynlerini – sokaklarda yolsuzluğa, dışlayıcı politikalara ve kapitalizmin toplumu kutuplaştırmasına karşı bir araya getirdi. Sermayenin gücünü kıramamış olabilirler; fakat 2011’de iki hükümet devrildi. Yaşananlar, sahnelenecek olan tiyatronun kostüm provası olarak görülebilir.

Son on yılda yeni orta sınıf hakkında söylenenler çığ gibi arttı. Afrika, Asya ve Latin Amerika’da bu söylemler genellikle zafer sonrası gösteriler biçimindeyken Doğu Avrupa’da genellikle daha ihtiyatlıdır. Hepsinde kitle piyasasının tüketiciyi rahatlattığı iddia edilir. Sınıfsal söylemler doğru da olsa yanlış da olsa her zaman için toplumsal açıdan belirleyicidir. Orta sınıfa dair 2010’larda üretilen söylemler de bu bakımdan dikkate değerdir. Büyük ölçüde herhangi bir eleştirel toplumsal diyalektiğe yaslanmaz; tam tersi genellikle tüketimin zaferini alkışlar. Çin ve Vietnam Komünist Partisi kayıtlarında işçi sınıfı sırra kadem basmışken, Almanya’nın öncülük ettiği Avrupa’da “işçi toplumu” idealinin yerini yirminci yüzyıl ortalarında “girişimci toplum” almıştır. Siyasetçiler orta sınıfı genellikle ekonomi ve liberal demokrasi açısından “belirleyici” olarak görür. Özellikle Brezilya’daki saygın ekonomistler “orta sınıfsızlığın” kırılganlığını vurgulayarak pek çok kişiyi her daim tehdit eden yoksulluk riskine dikkat çektiler. ABD’de ise tam tersi olarak, orta sınıfın durumuna ilişkin hâkim olan söylem ekonomik açıdan düşüşte olmaları ile toplumsal ağırlıklarına ilişkin endişedir. Batı Avrupa ise tam olarak aynı yolu izlemez: orta sınıfın buradaki işlevi her zaman için Amerikalardan veya –Maoculuk sonrası Çin’in de dâhil olduğu – Asya’dan daha sınırlanmıştır; çünkü buradaki işçi sınıfının varlığı söylemsel açıdan hâlihazırda kabul edilmiştir. Avrupa dışında ise orta sınıfa yönelik değişen algı, yoksulluk sınırının gelirin ya da tüketimin günlük $2, $4 veya $10 olanlar olarak belirlendiği koşullarda, aşırı yoksulluk ile zenginlik arasında kalan geniş kitleleri kuşatıyor. Bu sınırlama sadece en zengin %5-%10’u değerlendirme dışı bırakır.

“Orta sınıf” olarak bilinen tanımsız toplam, sanayi işçisi sınıfının aksine, herhangi bir üretim ilişkisinin hamili değildir ve isteğe bağlı tüketim dışında herhangi bir gelişim eğiliminin destekleyiciliğini yapmaz. Şimdi, tanımı her ne şekilde yapılırsa yapılsın, orta sınıf – veya onun temel unsurları – sanayideki proletaryanın örgütsüzleşmesi ve dağılmasıyla birlikte dikkat çekecek ölçüde güçlenerek siyaseten etkili bir aktör olabileceğini ispatlamıştır. Güney yarımküredeki yükselen orta sınıfın bilhassa yakından incelenmesi gerekiyor; çünkü onlar siyasete yön vermede belirleyici olabilir.

Orta sınıf sosyal açıdan belirsizliğini koruduğu için değerlendirmelerde son derece farklı, hatta birbirine zıt saptamaların yapılması olağan hale geliyor. Şili’de Pinochet darbesinin temel unsurlarından biri harekete geçen orta sınıftı. Venezuela’daki orta sınıf ise 2002 yılında Hugo Chavez’in devrilmesi için yapılan ve başarısızlıkla sonuçlanan girişimi destekliyordu. Bangkok’taki öfkeli “Sarı Gömlekliler” Tayland hükümeti altı yıl sonra sona erdirdi. Yirminci yüzyıl Avrupa tarihinin de gösterdiği üzere, orta sınıf demokrasiyi gerçekten desteklemiyor. Fakat öte yandan demokratik dönüşüm adına baskı uygulayarak Tayvan ve Güney Kore’de 1980’li yıllarda – sanayi işçileriyle birlikte – ve 1989’da Doğu Avrupa’da önemli rol oynadı. 2011 yılında Kahire ve Tunus’un esas bileşenleriydiler. Bunun yanı sıra 2011-13 yılları arasında Yunanistan, İspanya, Şili ve Brezilya’daki sokak eylemlerini desteklediler. Orta sınıf siyasetinin dengesizlikleri Mısır’daki keskin dönüşümde somut olarak görüldü – demokrasi tezahüratından ordu yaltaklanmasına ve muhaliflerin baskı altına alınmasını desteklemeye. Eski rejimin – Mübarek olmadan – yeniden tesis edilmesinde etkin rol oynadılar.

Orta sınıf güçlerinin eleştirel müdahaleleri seçimlerde de görülebilir. 2012’de Meksiko’da orta ölçekli bir Avrupa devleti nüfusuna eşdeğer bir sayıyla, solcu bir belediye başkanı dördüncü dönemine seçildi. Başarılı aday Miguel Ángel Mancera oyların neredeyse %64’ünü kazanarak herkesi kapsayacak bir birlik oluşturdu. Hindistan’da ise Aam Aadmi (Sokaktaki Adam) Partisi’nin durumu kayda değerdir. Parti ile önderi Arvind Kejriwal’in olağanüstü boyuttaki güçlenmesi orta sınıfın öncülük ettiği yeni bir birliğin yolsuzluk karşıtı protestolar ve geniş kesimlerin faydalanabileceği su ile kamusal hizmete yönelik somut talepler sayesinde oldu. Yeni parti, New Delhi’yi silip süpürdü, bununla birlikte merkezi hükümette 2013 yılı sonu için belirlenmiş olan on iki kast grubunun dokuzunun da desteğini kazandı –merkezi hükümet yolsuzluk sonucu sadece 49 gün sonra istifa edince oluşan merkezi yönetim boşluğuna talip oldular. Endonezya’da reform yanlısı aday Jokovi, 2013 yılında Jakarta yönetimini hem yerel yapıya hem de saldırgan sekter dinci kampanyaya karşı kazandı. Aday olarak eğitim ve sağlık alanındaki hizmetler için oluşturulmuş bir platformdan “girişimci kentleşmeyi” savunan Çinli bir Hıristiyan göstermişti. Bu örnekte de yine sınıf ittifakının gücü ve etkisi, geniş kesimler için somut iyileşmeleri başarma yeteneği görünüyor.

Önemli meseleler

Kapitalizm – özellikle de endüstriyel kapitalizm – Blake “kara Satanist bir öğütücü” olduğunu ilan ettiğinden beri kültürel eleştirilerin öznesi olmayı sürdürüyor. Uzun bir süre boyunca sistem geçmişten bu tür ifadelerle yakınmakla yetindi; fakat “1968” bu kaygısızlıklara son verdi. Bu yılla ifade edilen hareketler kapitalizmin kendisine karşı pek fazla ilerleme kaydedemedi; ancak toplumsal ilişkiler üzerinde muazzam derecede etkili oldular: ataerkilliği ve kadın düşmanlığını aşındırdılar, kurumsal ırkçılığın meşruiyetini ortadan kaldırdılar, itaat ve hiyerarşiyi yerle bir ettiler – kısaca bilhassa Avrupa ile Amerika’da varoluşsal eşitliği desteklediler. Fakat bu kültürel dönüşüm ileri kapitalizm tarafından ileri teknoloji endüstrilerinin teklifsizliği, kadın CEO sayısındaki artış, eşcinsel haklarının ve evliliklerinin düzen içine yönlendirilmesi, “burjuva bohem” gibi sosyal figürler vs. yöntemlerle büyük ölçüde mas edildi.

Kapitalist toplumlardaki kültürel eleştirileri ifade eden hareketler ya taleplerini kapitalist gelişimin kısıtlanması ve düzenlenmesi aşamasına çektiler ya da alternatif yaşam biçimleri oluşturdular. Son on yılda “kısıtlama” ve “alternatif” başlıkları altında sınıflandırılabilecek en azından dört farklı eleştirel-kültürel hareket olduğu görünüyor. Tarihsel olarak bakıldığında, azgın kapitalizmin kısıtlama savının en fazla sosyal dayanışma için tehdit oluşturduğu görülüyor. Daha yakın dönemlerde ise çevre meselesi, sanayileşmenin mecburi sonucu olarak, ekosisteme karşı hiç olmadığı kadar kontrolden çıktı. “Alternatifler” arasındaki sosyalizm şu anda askıda duruyor; fakat diğer görüşler bariz biçimde yirminci yüzyılın sosyalizm anlayışından ziyade orijinal Marksist anlamdaki komünizme daha yakın duruyor. Bugün, her iki hareketin de henüz cenin halinde bulundukları söylenebilir. Her ikisi de kapitalizmin temin edebileceğinden daha yüksek bir yaşam kalitesi vaat ediyor. Daha çok Almanya’da telaffuz edilen ilk seçenek, gelişmiş ülkelerine deneyiminden yola çıkıyor ve “gelişim sonrasına” vurgu yapıyor. İkincisi, kapitalist olmayan Güney’den aldığı ilhamla jeo-sosyal bir alternatif inşa ediyor. Her ikisini de sırayla inceleyeceğiz.

Öncelikle; sosyal kaynaşma bugünün yönetici kesimi için önceki yüzyıllardaki emsallerine kıyasla çok daha az önemli. Askere çağırma yönetiminin yerini büyük oranda paralı askerler aldı. Ana akım medya yerel seçimleri “kontrol edilebilir” hale getirdi. Hüküm süren ekonomik bilgiye göre, uluslararası yatırımcılar bütünlüklü gelişimden daha fazla büyüme sağlıyor. Kuzey yöneticileri için uyum eğer bir anlam ifade edecekse göçmenlere daha fazla asimile olmaları için “uyum” adı altında baskı uygulamak demektir. Evet, sosyal kaynaşma ile ilgili Avrupa Birliği’nin resmi görüşü var; ancak pratik süreçler çoğunlukla coğrafi kıstaslara göre, daha yoksul bölgelerin gelişim projelerinin fonlarıyla işliyor. Mevcut kriz esnasında Güney Avrupa ülkelerine vergilerle uygulanan sert tasarruf tedbirleri sırasında sosyal dışlanmışlığın vardığı boyutlar resmi makamları pek az ilgilendirdi. Elbette ulusal kaynaşma emperyal güçleri artık on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda Meiji’nin Japonya’daki yukarıdan devriminde ya da Qing Hanedanının Osmanlı İmparatorluğu’na karşı daha az başarılı teşebbüslerinde olduğu gibi ilgilendirmiyor, modern jeopolitik kuvvetin temeli olarak kabul edilmiyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ulusal düzlemdeki kapitalist gelişim ve Tayvan ile Güney Kore’dekine benzer bir ordu oluşturmak Japonya’daki seçilmiş yöneticilerin temel amacıydı. Bunun sonucunda endüstriyel toplumlar ile kapitalist dünyada ekonomik eşitsizlikteki düşük seviyeleri sebebiyle Avrupa refah devletlerinin yanında ikincil konumda kaldılar. PRC yöneticileri için sosyal kaynaşma siyasal etkinliğin belirleyici kıstası olarak kaldı. Son otuz beş yıldır Çin’de ortaya çıkan olağanüstü eşitsizlik Japonya, Güney Kore ve Tayvan’ın eşitlikçi, hızlı büyüyen gidişatından son derece farklıdır. Çin, bu haliyle “uyumlu toplum” iddiasını savunamaz. Aynı durum Güney’deki diğer bölgelerde de görülebilir.

Bununla birlikte, son birkaç yıldır tekrarlayan protesto hareketleri, sosyal dışlama, eşitsizlik ve yerinden etmenin aşağıdan oluşacak potansiyel eleştirilerin kaynağı olduğunu da gösterdi. Mevcut kapitalist toplumlar esasında sadece sermayenin mantığını tamamen kavramamıştır: aynı zamanda kamusal alan ve kamusal hizmetler gibi kapitalist olmayan alanları da çevrelemişlerdir. Kapitalizm günümüzde toplumsal yaşamın bütün alanlarını istila ediyor. Kamusal olan ne varsa kısıtlıyor, o da olmazsa ortadan kaldırıyor. Bu talanlar sonucunda kamusal olanı, metalaşmayanı korumak adına direnişler açığa çıkıyor. Son dönemde bu tür protesto hareketleri dünya genelinde yayıldı: Şili’de ve Latin Amerika’nın diğer bölümlerinde yüksek öğretimin özelleştirilmesine karşı, İstanbul’da kamusal alanının ticarileştirilmesine karşı, İsveç’te ise okulların ve bakım hizmetinin piyasalaştırılmasına karşı daha sessiz fakat yine de öfke dolu bir hareket açığa çıktı.

Toplumsal ilişkilerin ticarileştirilmesi ve kamusal çıkarların veya sosyal sorumluluğun neoliberal çıkarlar doğrultusunda altının oyulması sonucunda yolsuzluklar için büyük olanaklar açığa çıktı. İsveç gibi daha önce güçlü olan devletlerde bile, kamusal hizmetlerin yağmalanmasıyla birlikte kamu-özel sektör işbirliği sahtekârlığı içsel bir olgu haline gelmiştir. Pek çok ülkesinde muazzam yolsuzlukların görüldüğü – Çin ve Vietnam’ın da dâhil olduğu Güney’de, “masumiyet” kampanyaları şimdiye kadar pek az etkili oldu. Bazen, Anna Hazare tarafından 2010 yılındaki Milletler Topluluğu oyunları esnasında başlatılan Delhi protestolarından sonra 2011 yılında kurulan Aam Aadmi Partisi örneğinde görüldüğü üzere, eylemin çapı genişliyor. Yolsuzluklara ve kamusal alanlar ile hizmetlerde gittikçe artan orandaki ticari sömürüye karşı oluşan savunma hareketleri güçleniyor. Bunun sebebi hem kışkırtmaların şiddetlenmesi hem de vatandaşların artık daha az itaatkâr olması, daha bilgili ve sosyal medya aracılığıyla daha kolay harekete geçebilmesidir. Türkiye, 2013 yılında iyi bir örnek oldu. Fakat yine de bu hareketler – borçlanma ve tahliye karşıtı hareketler de dâhil olmak üzere – daha kapsamlı sosyal-politik yapıların parçası haline gelmezse kapitalist sistemin sınırlarına hapsolmuş kalacaklar.

Kapitalizme yönelik çevreci eleştiriler, 1980’lerde toplumsal hareket haline geldi ve hâlâ da etkisini muhafaza ediyor. İklim değişikliğinin ekolojik dönüşüme etkisi, şehirlerdeki kirlilik, okyanusların yağmalanması ve su kaynaklarının tükenmesi gibi meselelere yönelik olarak yürütülen tartışmalar Marksistlerin üretim araçlarının toplumsal niteliği ve mevcut mülkiyet ilişkilerinin doğada yarattığı krize dair “diyalektik mantığını” da yeniden gündeme getirdi. Bu diyalektik Kuzeyde, sanayisizleşmede muallâklaşmaya başladı ve finans sermayesinin zaferiyle neticelendi. Bu eleştirinin etkili olması muhtemelen kolektif düzenleyici sorumluluk geliştirme yeteneğine ve büyüme karşıtı taleplere karşı çekimserliğine bağlı olacak. Bir diğer önemli mesele Çin şehirlerinde – özellikle de Pekin’de – ve diğer Asya şehir merkezlerinde artık felaket boyutuna erişen kirliliktir. Çin’deki kirlilik tarıma elverişli geniş alanları da tahrip ediyor. Çevrecilik, kamusal düzenlemelere dair talepleri güçlendirerek azgın kapitalist finansa dair eleştirilerle bağlantı kurabilir. Bu türden ittifakların nadir görülmesi Kuzey Atlantik solunun zayıflığına işaret ediyor – burada Çin’in ekonomik alandaki yetişme sevdasında hiçbir değişiklik olmadığından bahsetmiyoruz bile.

Tüketime dair yöneltilecek bir eleştiri yeni nesile dair bir biçim alabilir. “1968” bir gençlik hareketiydi – “otuz yaşın üzerindeki kimseye güvenmeyin”. Buna karşın, 2011’de Akdeniz ile Şili’de gerçekleşen protestolara ya da Brezilya’daki 2013 isyanına gençler genellikle aileleriyle katıldı. Yirmi birinci yüzyılın başında Arjantin’de neoliberalizmin tahrip edici krizinin sonucu olarak etkili sokak protestoları düzenlendi – emekliler bu eylemlere emekli maaşlarını savunmak için katıldı. Avrupa ile Japonya’daki yaşlanan nüfustan, bilhassa “1968” kuşağının kıdemlilerinden, eleştirel bir hareket açığa çıkabilir. Bu protestolar ekonomik büyüme ile sermaye birikiminden ziyade, esas olarak – huzur, güvenlik, güzellik – gibi yaşam kalitesine yönelik taleplere odaklanabilir. Fakat şu ana kadar bu alandan pek az somut deneyim açığa çıktı. Avrupa ve Japonya dışında bu alanda pek hareketlilik olmayacak gibi. Belki Plata bölgesi ile “ilk milli” azınlık yerliler arasında bir hareket açığa çıkabilir. Tüketicilik temel kültürel dinamik olarak kalmaya devam edecek gibi.

Güney yarım kürenin Kuzey Atlantik kapitalizmine yönelik eleştirisi, Dünya Sosyal Forumu hareketinde açıkça ifade edildi ve ardından Portekizli akademisyen Boaventura de Sousa Santos tarafından Epistemologies of the South adı altında yayımlandı. (2013) Bu durum jeopolitik değişimin gezegendeki güç dağılımına gittikçe artan oranda etki ettiğini gösteriyor. Aynı zamanda diremişin sadece Kuzeydeki yöneticilerde değil her yerde sağlamlaştığını ifade ediyor. Tüketicilik tüm fettanlığıyla Güney’deki yeni tabakaları mantar gibi çoğalan tapınak benzeri alışveriş merkezleriyle sistemine dâhil olmaya çağırıyor. Santos ve diğerleri Kuzey’in kibirli kültürünü yerle bir etmek için eleştirel bir alan açmaya çalışıyor. Onların sorunu hedefledikleri kesimlere –bugünün Kuzeylilerine– seslerini duyuramamalarıdır. Yine de Dünya Sosyal Forumu’nun Atlantik kapitalizmine tuttuğu Güneyli aynası – olması gerektiği gibi – Kuzey düşüncesini de kapsıyor.

Özetle: kapitalist öncesi toplumlar kendi topraklarını ve varlıklarını korumak adına mücadele veriyor; “üretim fazlası” kitleler kapitalist üretimin istihdam döngüsüne dâhil edilmiyor; imalat işçileri pas kuşağından güneş kuşağına dek sömürülüyor. Yeni ve eski orta sınıflar, borç ödemeleriyle gittikçe artan oranda finans şirketlerinin ayağına dolanıyor – bunun sonucunda mevcut kapitalist düzene dair eleştirel potansiyel taşıyan toplumsal tabanlar açığa çıkıyor. İlerleme için şüphesiz bunların ittifakı gerekiyor ve bu nedenle de endişelerini kendi aralarında telaffuz etmeleri şart. Sonuçta; Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki yeni orta sınıfın seçeceği yol – veya yollar – gidişatta hayati derecede öneme sahip olacak.

Yükselen orta sınıf, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa ile Amerika’da kapitalist gelişime öncülük etti. Fakat bununla kaldı. Finans kapital ile çok uluslu şirketler uzun zamandan beri bu rolü gasp etmiş durumdadır. Bunun karşılığında, orta sınıflar keskin biçimde kutuplaşmış toplumda tarafını seçmek zorundadır. Ya oligarşi yöneticileriyle birlikte yoksullara karşı saf tutacaklar ya da oligarşiye karşı halkın yanında yer alacaklar. Yirmi birinci yüzyılda kapitalizmin tüm tutarlı eleştirileri büyük ölçüde orta sınıfa dayanmak, onun temel kaygılarına işaret ederek onlarla eleştirel, eşitlikçi doğrultuda iletişim kurmaya gayret etmek durumundadır. Bu da geleneksel orta sınıfın çalışkanlık, kendine güven, akılcılık ve adil olmak gibi özelliklerine saygıyı gerektirir. Bu endişelerin kitlelerin dâhil olmaya ve eşitliğe dair talepleriyle bağdaşması ve pervasız finans yöneticileri, ahbap-çavuş kapitalistleri ile yozlaşmış veya otoriter rejimlerle uyumsuzluklarının açıkça belirtilmesi gerekir. Orta sınıf – ve kısmen maaşlı/profesyonel unsurları – da kapitalizme – özellikle de çevre ve yaşam kalitesine dair meselelerde – eleştirel yaklaşma potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Fakat orta sınıfın kararsız siyasetleri hatırlanacak olursa, herhangi bir ilerici dönüşüm için yukarıda belirtilen sosyal güçlerden ilk ikisine mensup kitlesel hareketlere gereksinim duyduğu görülür: istila edilmiş veya paryalaştırılmış kapitalizm öncesi toplumlar ve üretim alanında kendilerini savunan işçiler.

Kaynak: http://newleftreview.org

 
 
 

Comments


 THE ARTIFACT MANIFAST: 

 

This is a great space to write long text about your company and your services. You can use this space to go into a little more detail about your company. Talk about your team and what services you provide. Tell your visitors the story of how you came up with the idea for your business and what makes you different from your competitors. Make your company stand out and show your visitors who you are. Tip: Add your own image by double clicking the image and clicking Change Image.

 FOLLOW THE ARTIFACT: 
  • Facebook B&W
  • Twitter B&W
  • Instagram B&W
 RECENT POSTS: 
 SEARCH BY TAGS: 

© Redaksiyon Dergi - Mithatpaşa Caddesi 45-15 Kızılay-Ankara 

bottom of page